Yiğit Bener: Ataerkil düzene karşı ayrı bir cephe de biz erkekler açalım

Çevirmen, tercüman ve yazar Yiğit Bener yeni romanı Acı Portakal ile yeniden okuruyla buluştu. Eksik Taşlar, Kırılma Noktası, Heyulanın Dönüşü, Kabuslar ve Öteki Düşler de dahil olmak üzere pek çok kitaba imzasını atan, Louis-Ferdinand Céline de dahil olmak üzere çok sayıda yazarın eserini Türkçeye kazandıran Yiğit Bener, kuşkusuz düşünce dünyamız için önemli bir yere sahip. Agnès Michaux’nun ‘Kadın Düşmanı Sözlük’ isimli çalışmasını da Türkçeye çeviren Bener, kadına yönelik sistematik şiddet meselesindeki duyarlılığını bu romanında da odağa yerleştiriyor. Amsterdam’da 30 yıl önce geçen devrimci bir kampta yaşanan cinsel saldırıyı aktaran yazar, o günün tanıklığından hem baba-kız ilişkilerine hem de toplumsal örgüler içinde yaşanan cinsiyetçiliğe kadar pek çok resmi gözler önüne seriyor. Erkek erkeğe kadın meselesini odağa alan bir hikâyeyi konuşmak garip bile olsa hem sorduklarım hem de Bener’in yanıtları aslında ‘bizden’ taraftaki ödevleri işaret ediyor. Bir de edebiyatın, romanın niceliği ve niteliği. Bener ile başta kitabı olmak üzere birçok konuyu konuştuk.

Burak ABATAY

  • Romanda dile yeni bir biçim kazandıracak denemelerin anlatımla yapılması bana her zaman anlamlı ancak riskli gelmiştir. Fakat siz bunu çok çeşitli yollarla, ustalıkla yapıyorsunuz. Anlatımla yaptığınız oyunlarda hiç tedirginlik duyuyor musunuz?

Anlatım oyunları demişken, bilirsiniz bizde dille oynayanlara “dil cambazı” da derler. Cambaz sözcüğü ise Farsa cān ve bāz sözcüklerinden, yani “canı ile oynayan” bileşiminden türemiştir. “Canıyla oynayan” bir yazarın tedirgin olmaması mümkün mü?

  • Hiç sanmıyorum.

Dil dökeceğim derken diliniz sürçerse dile düşmek de var ucunda! Düşünün ki dilimizde “bülbülün çektiği dili belasıdır” diye bir atasözü var. Dili çözülenlerin, dili uzayanların en hafifinden dilini eşek arısının soktuğu, dahası dilinin bağlandığı, hatta düpedüz dilinin kesildiği bir coğrafyada yaşıyoruz, nasıl tedirgin olmam?

Şaka bir yana, haklısınız elbette, edebiyatta yerleşik anlatım tekniklerinin dışına çıkmak çok risklidir, başarırsanız ne âlâ, yeni bir yol açarsınız, ama tutturamazsanız yeni biçim denemesiyle birlikte yazdıklarınızın içeriği de güme gider. Dolayısıyla konfor alanından ayrılmaya kalkıştığınızda tedirgin olmamak için ya tamamen şuursuz olmalı ya da çok şişkin bir egoya sahip olmanız lazım.

Benim durumumda bu bir tür zorunluluk ya da kaçınılmazlıktı diyebiliriz. Bener soyadını taşıyan babam Erhan Bener ve amcam Vüsat O. Bener gibi iki büyük yazar, iki büyük dil ve anlatım ustası varken, üstelik iki dil cambazının aynı edebiyat ipinde oynaması bile istisna iken, o irtifaya tırmanmaya cesaret eden üçüncü cambaz eğer tedirginliğine yenik düşseydi ve her ikisinden de yeterince ayrışabilen kendine özgü bir dil ve anlatım biçiminin yolunu açmayı denemeseydi, daha ilk adımında baş aşağı düşerdi.

Öte yandan, ancak eceline susamış bir cambaz dengesini sağlayacak terazisi olmadan ipte tek ayakta hoplayıp zıplamaya kalkışır. Benim çok güvendiğim ve aralarında Ayşe Sarısayın’la Birsen Ferahlı gibi yazarların da bulunduğu ciddi ön-okurlar dostlarım var. Yazdıklarımı günışığına çıkarmadan önce mutlaka onlara sunarım. Anlatım ya da dil cambazlığı yapayım derken edebi dengem bozulup yüzüme gözüme bulaştırmışsam -ki olabilir elbette- onlar beni derhal uyarırlar, irtifa kaybetmeme asla izin vermezler.

Bu külyutmaz ön-okurlarım bana şu soruyu da daima sorarlar: Yeni biçim, farklı anlatım yöntemi, dil cambazlıkları, bunların hepsi güzel ama ne için? Süsleme amacı bir noktaya kadar anlaşılabilir, metne bir nebze “hoşluk” katabilir, yeter ki dozunda kalsın ve metin oyundan ibaret olmasın. Başka bir deyişle, amaç sadece yazarın “hünerini” sergilemek olmamalı. Yazı mutfağında yazarı eğlendiren, önüne konduğunda okura aynı derecede anlamlı gelmeyebilir.

Mesele şu ki kimi içerik geleneksel kalıplara sığmıyor ya da bildik anlatımlarla yavanlaşıyor, işte o zaman yeni arayışlar kaçınılmaz oluyor, ta ki bir yolunu buluncaya kadar. Gelgelelim, ustalarımın yazı süreçlerini yakından izleyebilmiş olma ayrıcalığının bana öğrettiği en önemli ders şu: Edebiyat ipinde cambazlık yapmaya kalktığınızda ayağınızın dolanmaması için her bir oyununuza ciddi biçimde kafa yormanız, emek vermeniz, çok çalışmanız gerekiyor. 

Anlatımda yeni yollar açmayı denemek için cüretli olmak şart, ama “ben yaptım oldu” derseniz sadece kendinizi kandırırsınız.

Beni kaçınılmaz olarak farklı yollar denemeye iten bir diğer etken ise, içimdeki “öteki” dilin, Fransızcanın beni hep yeni anlatım yolları armaya kışkırtmasıydı.

simurq_kitabevi
  • Tam da bunu merak ediyorum. Çok dilli birisi olmanın yazarken getirileri neler olabilir? Mesela Fransızcanın zenginliklerini Türkçe için kullanılabilir mi?

Ben anaokulu çağından itibaren iki anadilli ve iki kültürlü olarak büyüdüm; yetişkinlikte de okumalarım ve kavramsal referanslarım hep iki dilli oldu. Başka bir deyişle, her iki dilde de düşünebiliyorum ve kendimi eşit düzeyde ifade edebiliyorum. Hatta çağrışımlarım bile iki dilli olduğu için, bazen düşüncenin oluşum sürecinde zihinde iki dil iç içe geçebiliyor, iki dilin kullanımı eşzamanlı olabiliyor. Zaten konferans tercümanı olarak meslek hayatımda da sürekli Türkçe ve Fransızca arasında eşzamanlı (simültane) çeviri yapıyorum. Başka bir deyişle, işim gereği günlük hayatımda da sıklıkla aynı içeriği eşdeğer bir üslupla her iki dilde de ayrı ayrı (yani her dilin kendi mantığı ve kültürel bağlamı içinde) ifade etmek için uğraşıyorum.

Dahası, benim gibi iki dilli dostlarımla -örneğin Serra Yılmaz’la ya da Ragıp Duran’la- sohbet ederken cümleye bir dilde başlayıp, bir noktadan sonrasını öbür dilde daha iyi ifade edebileceğimizi düşündüğümüzde cümle ortasında bile dil değiştirdiğimiz ya da bir dildeki cümlenin içine, o dilde birebir karşılığı olmadığını bildiğimiz ve düşüncemizi daha iyi ifade edebileceğini düşündüğümüz öteki dilden bir sözcük yerleştirdiğimiz oluyor. Hele bir duygu ya da referans ifade etmek söz konusu olduğunda, cümleye bir dilde başlamışken, öteki dildeki sözcük ya da deyişin kültürel çağrışımları daha zengin olduğu için de dil değiştirdiğimiz oluyor.

Düşünce oluşumu ve sözlü ifade arasındaki bu gelgitlerin yazıya dolaylı bir etkisi var kuşkusuz, çünkü bir dilde cümle kurarken, öteki dilin ve o dilin kültürel bağlamının aynı ya da benzer bir içeriği dile getirmek için ne gibi olanaklar sunduğu ister istemez aklınıza geliyor.

Edebi çeviri bu düşünceyi bir adım öteye, yazma eylemine taşıyor: Bir yazarın kendi dilinin zenginliği içinde ürettiği bir metni diğer dilde ve kültürel bağlamda yeniden yazarken, diğer dilden esinlenen ve alışılagelenden daha farklı ifade biçimleri yaratmak bazen kaçınılmaz oluyor. Bu anlamda, tıpkı yeni anlatım biçimleri içeren telif bir eserin dili zenginleştirmesi gibi, iyi bir çeviri de dilinize zenginlik katıyor, çünkü onu bir bakıma diğer dillerin zenginliğiyle döllüyor.

Yazarların yapacağı çevirilerden söz ederken Nurullah Ataç bence aynı kanaati dile getirmişti: “Bir yazar, başka dilden çevirirken de gene kendi dili için çalışmış, gene kendi dilinde yaratmış demektir.”

Benim kendi edebiyat dilimin gelişim sürecinde özellikle Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk adlı eserin çevirisi çok belirleyici bir rol oynadı. Çeviriye başladığımda ilk romanım Eksik Taşlar’ı yeni bitirmiştim. Bu romanı kurgularken de anlatımda konuşma dilinin özelliklerine ayrı bir yer açmanın yollarını aramıştım. Ancak bana bugünkü edebiyat dilimi kazandıran asıl deney, bu işin ustası olan Céline’i çevirmek oldu.

Céline’den önce de konuşma dili, sokak dili ve argo edebiyatta yer buluyordu kuşkusuz, özellikle diyaloglarda. Hatta Victor Hugo’nun Sefiller’inde Paris argosuna ayrılmış ve roman içinde bir tür deneme sayılabilecek koca bir bölüm vardır. Ancak Céline bununla yetinmemiş ve konuşma dilini/sokak dilini edebi anlatımın bir parçası haline getirerek kendi edebiyat dilinde bir devrim yaratmıştı. Bu eseri layıkıyla çevirebilmek için, onun klasik anlatım dilini ve Fransızcaya özgü sözdizimini parçalayıp dönüştürmek için yapmayı başardığı işlemin bir eşdeğerini, çok farklı bir yapısı olan Türkçeye uyarlayabilmeliydim.

Gecenin Sonuna Yolculuk çevirisi özelinde ortaya çıkan dil, bir yandan elbette “Céline’in Türkçesi” olmakla birlikte, aynı zamanda benim ondan esinlenerek Türkçeye özgü olarak geliştirdiğim bir anlatım tarzıydı. Bu ikili özelliği vurgulamak ve bir bakıma bu dili (Céline’in “ruhunun onayını” da talep ederek) sahiplenmek amacıyla romanın sonunda yayımlanan uzun bir çevirmen sonsözünü kaleme aldım. Çevirinin Sonuna Yolculuk başlıklı bu metinde, Céline’in Türkçesiyle “konuşan” Céline’in ana karakteri ve alter ego’su Bardamu, teklifsizce kendine yanaşan çevirmeninin aktardıklarından yola çıkarak çeviri sürecini anlatıyor, bu özel dil ve anlatım meselelerini irdeliyordu.

Acı Portakal da dahil olmak üzere, daha sonraki hemen tüm kitaplarımda ve kendi edebiyat dilim açısından belirleyici olan arayışlarımda, bu metinde aktardıklarımın izini sürmek mümkündür.

  • Edebiyatta sürekli bir üretimin içerisindeyiz. Nicelik ve nitelik bakımından romancılığı nasıl değerlendirirsiniz? Herhangi bir irtifa kaybı söz konusu mu?

Elimdi ciddi rakamsal veriler olmadan nicelik üzerine genelleme yapmak istemem. Ayrıca, yayımlanan tüm romanları sistematik olarak okuma imkânım olmadığı için, sırf izlenimlerime dayanarak nitel genelleme yapmayı da doğru bulmam.

Gerçi Orhan Kemal Roman Armağanı seçici kurulunda yer aldığım iki yıl boyunca, kuruldaki görevim gereği toplam yüz elli civarında yeni romanı okuma ya da en azından göz gezdirme fırsatım oldu. Bu romanların çoğu bana hitap etmiyordu, ama aralarında pekâlâ başarılı olanlar da vardı. Dahası, bu sınırlı deney bile bence kıyaslamalı bir genelleme yaparak irtifa kaybına hükmetmem için yeterli değil.

Kaldı ki, tek başına bir Enis Batur örneği dahi edebiyatta nicelik ve niteliğin her zaman çelişmediğinin, nitelikten ödün vermeden de çok üretken olunabileceğinin kanıtı. Bu biraz da neye ne kadar zaman ayırabildiğinize, hayattaki önceliğinizin ne olduğuna, entelektüel donanımınızın ve birikiminizin düzeyine, merakınıza ve yeteneğinize bağlı.

İrtifa kaybıyla ilgili endişelerin asıl dayanağı bence romanın yıllar içinde işlev değiştirmesidir: Sinema ve televizyon çağı öncesi roman, uzun ve karmaşık bir hikâye anlatmanın belki de tiyatroyla birlikte en yaygın ve nitelikli yoluydu; eski halk anlatılarının, epopenin, destanın mirasçısıydı.

Bilgiye erişimin bir cep telefonu ekranını tıklama mesafesinde olmadığı ve turistik gezilerin orta gelirli ailelerin bile hayallerini süsleyecek kadar sıradanlaşmadığı dönemlerde de roman, bilgiye erişimin kestirme yollarından biriydi.

Sosyal bilimlerin -psikoloji, sosyoloji, felsefe, hatta tarihin- haftalık dergilerde bile yer bulabilecek derecede popülerleşmesinden önce, roman düşünsel tartışmaların da ciddi ve yaygın bir aracı olabiliyordu, “aydınlanmaya” ya da “bilinçlenmeye” katkı sunabiliyordu.

Günümüzde romanın bu işlevleri, yeni teknolojilerin, yeni yaşam alışkanlıklarının, yeni medyaların gölgesinde kaldı. Tedavülden kalkmış bu işlevlere yönelik, bu işlevlere uygun bir dil ve biçemle kaleme alınmış romanların hâlâ yazılmasının bir anlamı kaldı mı? En azından bu tarz romanların okura ulaşma olanağının pek kalmadığını düşünmek sanırım çok yanlış olmaz.

Roman bir de piyasanın kurbanı oldu elbette: Basılı kâğıt tüccarlarının, metalaşmanın, hızlı tüket-at kültürünün, yüzeyde kalıp yüzeysel ve kısa süreli, çabuk elde edilen ve hemen yenisi aranan ucuz hazlara ulaşma iştahının ve telaşının gölgesinde kaldı roman.

Romanın teknolojiyle yok edilemeyecek diğer işlevleri – örneğin duygu ve düşünceyi, düş gücünü ve düş oyunlarını, anıları ve yüzleşmeleri, merak ve sorgulamaları roman kurgusu ve diliyle, anlatım ve üslubuyla derinleştirme ve bunları estetik bir boyuta taşıma gibi işlevleri- yani ancak sindirerek, derinlemesine, özenle, tartışarak okunduğunda anlamını ve yerini bulabilecek asıl değeri, bu hızlı nakde çevirme dünyasında kendine fazla yer bulamadı.

Hal böyle olunca roman dağıtım şebekelerinde ve kitapçı raflarında tutunamadı, yerini kitap fabrikalarında proje bazında ve günün tasarımına uygun biçim ve renklerde üretilen “fast-read” metalara kaptırdı. Ciddi yayınevleri bile ister istemez, kâh fütursuzca kâh timsah gözyaşlarıyla, bazen de samimi bir çaresizlikle önceliği, hatta çoğu zaman tüm dikkat ve çabalarını bu metalara verdiler. Romanı ve romancıyı piyasada tutunma çabasına kurban verdiler. Kimi roman ve romancı da ola ki bu düzene ayak uydurmaya çalışırken yolunu şaşırdı.

İrtifa kaybı algısının nedeni bence bu.

Gerçi, “çok satar” ya da “hızlı tüketilen” romanlar hep olmuştur. Ama onlar genelde farklı, “beyaz ya da pembe roman” gibi kategorilerde anılıyordu. Romanın yeri ayrıydı. Artık terminoloji bile değişti. Asıl bu ürünler “roman” olarak anılır oldu. Diğerleri, yani irtifa kaybetmemeye çalışanlar, korkarım yakın gelecekte kendilerine ancak yayın dünyasının dışında, belki dijital dünyada, kişisel “blog”larda, ücretsiz dağıtımda, sosyal medyada yer bulabilecekler.

Belki de o “nitelikli” ya da en azından “irtifa kaybetmemiş” romanlar artık hiç yazılmayacak. Ola ki emeklerinin heba olmasına tahammülü kalmayan romancılar da sonunda küsüp artık roman yazmaktan vazgeçecekler, ille yazmayı sürdürmek istiyorlarsa da belki diğer yazın türlerine yönelecekler. Açıkçası, ben de böyle düşünmeye çok yatkınım: Acı Portakal son romanım olabilir.

Bunun örnekleri var şimdiden: İngiliz yazar dostum Jamal Mahjoub artık roman yazmıyor, takma isimle (Parker Bilal) polisiye roman yazıyor. Bir söyleşisinde bunu şöyle açıklıyor: “Edebi kurgu, kimsenin onu nasıl yargılayacağını ya da neyin işe yarayacağını bilmediği bir alacakaranlık dünyasındadır. Bir yorgunluk var: kimse onu artık anlamıyor. Çoğu eser okunmuyor. Polisiye romanın ise bir izleyici kitlesi var, işte bu benim yazmaya devam etmemi sağlıyor. [İçimdeki tencerede fokurdayan ama] başka türlü anlatılmayacak hikâyeleri yazıp yayımlamak için bir basınç supabı işlevi görüyor.”

  • Roman, güncel meselelerle ilişki kurması halinde bugünün belgelerini yarına da taşıyor. Siz romancılık ile güncelin ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?

Açıkçası, güncele yönelen bir romanın irtifa kaybetme ve yüzeyde kalma riskinin arttığını düşünüyorum. İlle öyle olmayabilir kuşkusuz. Ancak “günceli yakalama” çabası çoğu kez biraz da “piyasanın güncel talebine uyma”, yani dönemin “trend”ini yakalayıp çoksatar listesine girme hevesinin bir parçası gibi geliyor bana.

Ben ilk romanım Eksik Taşlar’ı epey geç bir yaşta, kırkıma bastığımda yayımladım. Yazma süreci de yedi sekiz yıla yayıldı. Yani güncel bir konu seçmiş olsaydım bile yayımladığımda çoktan gündemden düşmüş olurdu. Gerçi konusu zaten hiç güncel değildi: Yirmi yıl önceki askeri darbe sonrasında sürgünde yaşananları ve siyasi mültecilerin durumunu ele alıyordum. Bugünleri bekleseymişim, Suriyeli göçmenler üzerinden güncele çapa atmayı becerebilir miydim, bilmiyorum! Ama sanmam. Bugünkü Suriyeli mültecilerin yaşadıklarıyla bizim 12 Eylül sonrası yaşadıklarımız arasındaki (hatta Orhan Kemal’in Göçmen Kuşları’nda anlattıklarıyla) benzerlikler konusunda arkadaşlarımı bile ikna etmekte bazen zorlanıyorum.

İkinci romanım Kırılma Noktası, 17 Ağustos depreminden beş yıl sonra yazılmıştı. Bu bile yaşananların, tanıklıkların ve analizlerin yeterince hazmedilmesi, süzülmesi ve birebir gerçeklikten yeterince uzaklaşarak derinleşmesi, edebi bir olgunluğa kavuşarak dönüşebilmesi için kısa bir süre aslında. Ola ki yaşanan travmanın derinliği bu gerekli süreyi kısaltmıştır.

Üçüncü romanım Heyulanın Dönüşü de güncellikten çok uzaktı, yirmi küsur yıl öncesinin anılarından yola çıkarak sürgün dönüşünü irdeliyordu, daha genel anlamda “ötekilik” kavramını çok geniş bir zaman yelpazesinde ele alıyordu ve Türkiye toplumunun son otuz yılda geçirdiği dönüşümleri mizah mesafesinden -yani güncelden uzak bir dille- irdeliyordu.

Özetle, bence roman güncele çok da fazla yanaşmasa iyi olur. Günceli anlatmanın -edebi bir dille bile- başka yolları var.

  • Ama Acı Portakal’da -belki farklı zamanlarda farklı yerlerde ama- bugünün en önemli meselesi kadına yönelik şiddeti işliyorsunuz.

Acı Portakal’ın güncele yanaştığını, dolayısıyla belki de güncelle ilişki kurmak, hatta günceli “tutturmak” için yazıldığını düşünmek mümkün. Öyle ya: Sizin de belirttiğiniz gibi romanın odağında kadına yönelik cinsel şiddet var ve şu sıralar hem ülke hem bütün dünya kadına yönelik şiddete karşı kadınların küresel isyanıyla çalkalanıyor. Romanın bu güncellikten hareketle yazıldığı, hatta yayın zamanlamasının bile bu güncelliğe göre ve ticari kaygılarla saptandığı ihtimalini aklına getirenlere Nasreddin Hoca misali, “oradan bakılırsa öyle görünebilir” demekten başka çarem olmayabilir. Ne de olsa benzer suiistimallerin çok kötü örnekleri var.

Öte yandan, bu romanın ana öyküsü de otuz yıl önce yaşanmış bir olaydan esinleniyor. En az yirmi yıldır bu öykü kafamda dolaşıyor, nasıl yazabileceğimi tartıyorum. Hatta yıllar boyu kim bilir kaç arkadaşıma bu “portakal kabuğu” hikâyesini uzun uzun anlatıp kafa ütüledim. Bu anlattıklarımı edebi bir kurguya, özüne uygun bir dile/anlatıma kavuşturup nasıl kaleme alabileceğimi çözemediğim için bunca yıldır beklettim. Hatta birkaç yıl önce Portakal Kabuğu Yoldaşı adıyla kısa bir öykü kaleme alıp dilimi şişiren bu hikâyeyi hiç olmazsa “kısmen” anlatmayı denedim, 2017 başında yayımlanan öykü derlemem Öteki Düşler’de yer verdim. Ama sanırım konuyu öykü sınırlarında tutunca yeterince derinleştiremezdim, üstelik bu ilk denemede yeterince cesur da davranamadım. 

Sonrasında, bu hikâyeyi romana dönüştürebilmek için iki yıl önce Fransızcasını yazdım. (çünkü çağırmam gereken o döneme ait tüm anılarım Fransızcaydı) Derken, tekrar ele aldım ve bu sefer bir yıla yakın süre uğraşıp Türkçesini yeniden yazdım, ilk Fransızca taslağa göre epey değişiklik yaptım ve metni son olarak Mart 2019’da tamamlayıp yayınevine teslim ettim. Yayınlanmasının 25 Kasım’daki küresel kadın isyanı günlerine denk düşmesi tamamen yayınevinin yayın takviminin doğurduğu bir tesadüftü.

Öyle ya da böyle, Acı Portakal günceli işliyor mu? İşliyor denebilir. Öte yandan, işin özü çok daha hazin ve vahim aslında: Kadınlara yönelik şiddet ne zaman güncel olmaktan çıktı ki?

Hatta bence bu soruyu bile şöyle ifade etmek çok daha anlamlı olur: Bu romanın güncele yönelip yönelmemesi değil önemli olan. Asıl mesele, kadınlara yönelik şiddetin ne zaman güncel olmaktan çıkacağı!

  • 52 hafta 52 erkek gibi kampanyalar da düzenlendi. Erkekler sizce bu meseleyi ne kadar tartışıyor?

Bunu ölçecek bir veri yok elimde. Ancak ne kadar tartışsak azdır diyebilirim. Geç bile kaldık.

Örneğin sözünü ettiğiniz ve geçen sene Bianet’te tüm bir yıla yayılan “52 hafta 52 erkek” kampanyasından ben yazı dizisi bittikten çok sonra haberdar oldum. Tuhaf bir durum. Oysa yıllar önce ataerkil düzeni ve eril iktidarı da hedef tahtasına oturtan İktidarsız isimli sanal edebiyat dergisinin üç kurucusundan biriyim (Hüsnü Arkan ve Levent Mete ile beraber). Yani en azından bu konulardan tamamen bihaber, tamamen duyarsız olmadığım varsayılabilir. Üstelik o dönem Bianet’te çalışan gazetecilerden biri, İktidarsız yazarları arasında da yer alan yakın bir dostum! Bu durumda, benim bu kampanyadan nasıl haberim olmaz?

Demek ki konuya az çok ilgisi olanlar bile diğerlerinin ne yaptığından haberdar olmayabiliyor. Acı ama gerçek. 

Benzer başka örnekler bulunabilir. Özgecan Aslan cinayetini protesto etmek için bir grup erkek 2013 yılında Taksim’de etek giyerek eylem yapmışlardı. Bense 2015’te yayımlanan çocuk kitabım Yaramaz Babamla Beter Amcanın Maceraları’nda yer alan İskoçlar Neden Etek Giyer öyküsüyle bu kıyafet önyargılarına değinmiştim, ama bu öyküyü kaleme alırken 2013’teki eylemden haberim yoktu. Geçen yıl adliyedeki cinsel tacizleri protesto etmek için etek giyen avukatın da altı yıl önceki eylemden haberi var mıydı, bilmiyorum.

Ancak bu ve benzeri eylem örnekleri bize kadınlara yönelik şiddet ve cinsiyetçi saldırlar, baskılar konusunda az çok duyarlı erkeklerin de toplumun çeşitli kesimlerinde var olduğunu kanıtlıyor. Ben bunların sayılarının aslında sanıldığından -daha doğrusu görülebildiğinden- çok daha fazla olduğuna inanıyorum.

Ancak aynı örnekler, bu tavırda olan erkekler arasında kolektif tartışmaların, kolektif belleğin, kolektif bilincin, eşgüdümün ve örgütlenmenin epey zayıf olduğunu da gösteriyor. Tavır ve eylemler çoğu kez cılız kalıyor, ciddi bir birikime, bir harekete henüz dönüşemiyor.

Üstelik kadın hareketi bu erkek söylemine ve eylemliliğine kuşkuyla bakıyor, bunu çoğu zaman bir rol çalma, eril tarzda bir şov yapma, kadın hareketine akıl verme, ayar çekme, yine ve yeniden üstünlük taslama, kendini yine merkeze alma ve kadınların önünü tıkama çabası olarak görebiliyor, “beyler biraz kenara çekilin” diye tepki verebiliyor.

Eh… Kadınların bu konuda da çok haksız olduklarını söyleyemem. Biz erkekler ne mal olduğumuzu bilmiyor muyuz? “Bu topluma feminizm gerekiyorsa onu da biz yapar, biz getiririz…”

Acı Portakal’ın da benzer bir kuşkuyla karşılanması olası. Doğaldır. Öyle olursa da itiraz etmeye kalkmam. Sonuçta, benim roman kahramanım bile şöyle demiyor mu: “Acı çekenlerin sözcülüğünü yapmaya kalksam bu düpedüz rol çalmak olur. Bence bu tür büyüklenmelerden uzak durmalı. Hele başkası adına afaki çözüm vaaz etme böbürlenmesinden kesinlikle kaçınmakta yarar var! İşin özü şu: Benim kurabileceğim en cafcaflı cümle bile herhangi bir kadının dolaysız tanıklığı kadar güçlü olamaz, kadınların doğrudan eylemleri kadar etki yaratamaz. Dolayısıyla benim kurgusal bir metinde bunları dile getirmem ne derece anlamlı? Ve kimin için? Kadınlar bunları zaten biliyor…”

Asıl sorun da bu bence. Erkeklerin bu konuları ne kadar tartıştıklarından ya da tartışmaları gerektiğinden çok, nasıl bir çerçevede, hangi amaçla, kimlerle ve nasıl tartışacaklarını irdelemeliyiz belki de…

Öncelikle şunu açık yüreklilikle kabul etmekte yarar var: Bu konularda kadın hareketine verebileceğimiz pek bir akıl yok. Konuyla ilgileniyorsak, iyi niyetle de olsa akıl vermeye kalkışmadan önce küresel kadın hareketinin onlarca yıllık entelektüel birikimini inceleyerek öğrenmeye çalışmamızda yarar var. “Ne Yapmalı?”yı değilse bile, en azından “neler yapmamamız” gerektiğini öğrensek, bu bile kârdır.

Ardından, bizlerde, yani tüm erkeklerde bir sorun olduğunu kabul ederek yola devam etmeyi deneyebiliriz. Hem de en akıllımızdan en bilgilimize, en “kahramanımızdan” en iyi niyetlimize, hatta kendini en az maço ve en çok feminist sananlarımızda bile bir sorun olduğunu bilip bununla yüzleşmeyi deneyebiliriz.

Bunu belki de en iyi önce kendi aramızda, bir tür “Adsız Erkekler Kulüpleri” kurarak tartışabiliriz. Ve her toplantının ilk cümlesi şu olabilir: “Ben ataerkil toplumda yetişmiş bir erkeğim, dolayısıyla ilk çocukluk çağlarımdan beri bilincinde olduğum ve olmadığım bir dizi cinsiyetçi suç işledim, aksini yaptığımı sansam ve söylesem bile kadınları kendimle bir türlü eşit göremiyorum, tedavi olmak istiyorum…”

Sonuçta, ataerkil düzenin erkeklere dayattığı eril kimlik, hastalıklı ve çarpık bir kimliktir. Bu kimliği daha bebek yaşta hiç sorgulamadan benimsemeye, kendimizi “seçilmiş, üstün varlıklar” olarak görmeye koşullanıyoruz. Bunun karşılığında bizlere bir rüşvet olarak kadınlar karşısında bir dizi ayrıcalık tanınıyor. Bu ayrıcalıklar uğruna bu düzenin sefil bir dişlisi oluyoruz.

Oysa erkek egemen düzen aynı zamanda egemen erkeklerin düzenidir. Bu ataerkil düzende egemen olmayan erkeklerin payına düşen, sadece egemenlerin sofralarının kırıntılarıdır; bu egemen erkeklere hizmet ve itaat etmektir; bunu “yeterince” iyi yapmadıklarında onlar tarafından aşağılanmaktır, hatta şiddet görmektir; sonunda da onların savaşlarında onlar adına öldürmek ve onların çıkarları için ölmektir: Tüm ömrünü, bu iktidar silsilesindeki yerini belirleyen acımasız bir rekabetçilik ve kıyıcılık içinde geçirmektir.

En tepedeki “alfa” erkek bile o “zirveye” tırmanıncaya kadar bu sefil varoluşa katlanmak zorundadır; bir kez zirveye vardı mı da: “Ya alttan gelenler beni devirir ve iktidarımı elimden alırsa?” korkusuyla yaşamaya mahkûmdur.

Dolayısıyla sadece şiddet ve rekabete dayalı bu ölümcül kimlik bana sorarsanız özünde erkeklerin ezici çoğunluğu için de korkunç bir hapishanedir. Terazinin bir kefesine erkek olmaktan kaynaklanan ayrıcalıkları, diğerine de bu ayrıcalıklara sahip olmak uğruna katlanmak zorunda olduğumuz eziyetleri ve bu hastalıklı eril kimliğin bizlere yaşattığı korkuları koyduğumuzda hangisi ağır basar?

Erkekler için ciddi bir bilinç sıçraması şu olabilir: Ataerkil düzenin yıkılması elbette erkeklerin süfli ayrıcalıklarına son verecektir, bu anlamda onlara bir “kayıp duygusu” yaşatacaktır (ve erkeklerin çoğu bu yüzden düzeni savunmaya devam etmektedir), ancak bu düzenin ortadan kalkması sadece kadınları değil, aslında erkekleri de bu çılgınlıktan kurtaracaktır.

Bu anlamda erkeklerin de gerçek çıkarı, sadece “iyi niyetli ve duyarlı erkekler” olarak kadına yönelik şiddete karşı çıkmakla yetinmeyip ataerkil düzene topyekûn karşı çıkmaktır.

Dolayısıyla bence kadınların işine hiç karışmayalım. Onlar ne yapacaklarını gayet iyi biliyorlar. Kadın hareketinin mücadelesine destek olalım elbette, ama asıl kendi iyiliğimizi düşünerek ataerkil düzene karşı ayrı bir cephe de biz açalım, kendi mücadelemizi verelim, bu amaçla bizler de bir araya gelelim.

Gerçi, bir yandan kendi kimliğinin sevimsiz yönleriyle yüzleşmek ve mahrem korkularıyla baş etmek; bir yandan da ayrıcalıklardan vazgeçmeyi göze almak, yetmezmiş gibi bir de zaten bizi ezen ve korkutan o egemen erkeklere “ihanet edip” düzenin intikamcı öfkesini üstümüze çekerek onlara ayrı bir savaş açmak çok kolay değil kuşkusuz.

Üstelik biz erkekler bir araya geldiğimizde, muhalif kimlikli gruplarda bile hemen eski alışkanlıkla ataerkil düzenin kalıplarını yeniden üretmeye, aramızda hemen dikey bir güç ilişkisi silsilesi oluşturmaya, aramızda rekabete girerek o bildik eril dille konuşmaya, polemik yapmaya pek yatkınız. Kabuk değiştirmek hiç kolay değil.

Öte yandan, başka çaremiz var mı? Erkekler isteseler de istemeseler de kadınlar zaten er ya da geç ataerkil toplumu yıkacaklar. Ve bunun için “duyarlı” erkeklerin yardımına, hatta desteğine bile pek ihtiyaçları yok. Gölge etmememiz yeterli olabilir.

Geçen hafta Artı Gerçek’te kaleme aldığım bir yazıda şu saptamayı yapmıştım: Eğer erkekler bu dönüşümü şimdiden başlatmayı denemez ve eril saldırganlıklarını ıslah edemezlerse, o zaman kadınların küresel çaptaki isyanlarıyla daha şimdiden adım adım inşa etmeye başladıkları geleceğin toplumunda kendilerine nasıl yer bulacaklar ve ne yüzle?

Zincirlerini kırmış kadınların kendileri için her an ve her yerde “tehdit” oluşturabilecek bir erkek güruhunu kabul edeceklerini mi sanıyoruz? Daha şimdiden onların karşısında değil eşit olma, onurumuzu koruyarak muhatap olmakta bile zorlandığımızı göremiyor muyuz?

Yüz binlerce yıldır süren ataerkilliğin yıkılması süreci çoktan başladı ve bunun artık geri dönüşü yok. Hatta süreç giderek ivme kazanıyor, daha da hızlanacak. Kanımca 25 Kasım’daki küresel çaplı eylemler ciddi bir dönüm noktası, bilinç sıçraması. Ola ki yeni bir 8 Mart…

  • Yeri gelmişken, siz seyahat eden de birisiniz. Dünyada kadına yönelik şiddetin çözümüne dair farklı eylemleri, tartışmaları gördünüz mü?

Aslında benim görüp görmemem çok önemli değil, sosyal medya sayesinde nerdeyse tüm dünyanın kadınları görüyor bunları. En taze örnek, Şili’deki özgün bir protestonun tüm dünyaya örnek olması. Daha da önemlisi, erkek egemenliğinin bunaltıcı baskısının fazlasıyla hissedildiği ücra bir köşede yaşayan tek başına bir kadın bile, eğer cep telefonundan internete bağlanabilmişse ya da bağlanabilen bir kadınla teması varsa, yalnız olmadığını ve Şili’den Türkiye’ye, Fransa’dan Yeni Zelanda’ya kadar her yerde kız kardeşlerinin olduğunu ve ortak bir mücadele verdiklerini artık biliyor.

Benim bu konudaki tek farklı, bir ölçüde özgün deneyimim, 1980’lerde Fransa ve Belçika’da sürgündeyken enternasyonal olarak örgütlenen ve feminizmi programına kaydetmiş devrimci bir örgüt içinde dünyanın çeşitli ülkelerinden feminist kadın yoldaşlarla birlikte militanlık yapmış olmam. Bunun da üzerinden çok uzun yıllar geçti. Gerçi o gün bugün elimden geldiğince bağımsız kadın hareketini izlemeye, feministlerin düşünce ve söylemlerini takip etmeye çalışıyorum ama bu, ortak bir çatı altında birlikte çalışmakla aynı şey değil.

  • Az evvel erkekler bu meseleyi ne kadar tartışıyor diye sordum. Şimdi ise “Edebiyat bu konuyu ne kadar tartışıyor?” diye sormak isterim.

Görebildiğim kadarıyla kadın yazarlar bunu enikonu tartışıyorlar. Eserlerinde bu konuyu doğrudan anlatılarının merkezine yerleştirmediklerinde bile, satır aralarında ya da yan öykülerde bu duyarlılık, bu bilinç doğal olarak kendini gösteriyor. Tartışan erkek yazarlar da var kuşkusuz.

Edebiyat bir bakıma yüzleşmek için, yüzleşmeyi ele almak için, ayna tutmak için gayet elverişli bir zemin olabilir.  Ama hep dediğim gibi, ciddi bir genelleme yapacak kadar veri yok elimde. Ben sadece okuyabildiğim kadarını takip ediyorum.

  • Romandaki cinsel saldırının bir devrimci kampında olması nasıl okunmalı?

Bunun asıl nedeni, romana ilham kaynağı olan gerçek hikâyenin tam da böyle, uluslararası devrimci Marksist bir eğitim kampında geçmiş olması, failin de mağdurun da kendi örgütlerinde yöneticilik yapan devrimci militanlar olması.

Dolayısıyla sorunuzun hak ettiği asıl yanıtı verebilmem için bu soruyu belki farklı şekilde yeniden ifade etmem gerek: Madem kadına yönelik cinsel şiddeti ele alacaktım, bunun için neden kurgumu otuz yıl önce yaşanmış bu gerçek olaya dayandırdım ve neden daha farklı bir örnek seçmedim?

Aslında yine tanık olduğum ve benzer işlev görebilecek iki farklı gerçek olaydan da esinlenebilirdim: Birinde ince ruhlu, aydın, son derece kültürlü ve sempatik, çok hoş televizyon programları yapan bir erkeğin, düğünün hemen ertesinde eşini defalarca nasıl dövdüğünü anlatabilirdim. Ötekinde de köklü bir aileden gelen çok uygar ve kibar, güngörmüş ve çok liberal, hatta hayırsever bir iş adamının, evinde çalışan hizmetçiyi parayla kandırarak, işten çıkarmakla ve ailesine ihbar etmekle tehdit ederek sadik fantezilerine katlanmaya zorlamasını konu edebilirdim.

Bir maganda ya da bir yobazın kadınlara yönelik şiddetine tepki göstermek nispeten kolay. Bunun “olağan” olduğunu düşünmeye yatkınız, çünkü bu adamlar zaten kadın düşmanı, cahil, gerici, yani “bizden” değiller, bunlar “öteki” erkekler. Ama ya saldırgan “bizden” biriyse? Bir dostumuz, sevdiğimiz bir sanatçı, saygın bir aydın ya da ömrünü ezilenleri savunmaya adamış sol bir militansa? Bu eylemi o zaman da aynı netlikte kınayıp teşhir edebiliyor muyuz? Yoksa kol kırılıp yen içinde mi kalıyor?

Çünkü yüzleşmemiz gereken acı gerçek şu ki, cinsiyetçi şiddet cahil ve yobazlara özgü değil: Solcu militanlar, sanatçılar ve aydınlar da dahil olmak üzere en eğitimlimizden en ince ruhlumuza kadar, her kesim ve sosyal sınıftan nice erkek, gezegenin her bir köşesinde kadınlara şiddet uygulayabiliyor, cinsel saldırıda bulunabiliyor. 

Romanda eril toplumsal kimliği ve ataerkilliği “erkek gözüyle” sorgulamaya çalıştım. Cinsiyetçiliğe karşı olan bir erkeğin faili olduğu bir cinsel saldırıyı ele aldığınızda, yumuşak, mizahi bir dille anlatılabilecek, sıradan, hatta istense hafifletici nedenler bile atfedilebilecek, görünürde “minör”, yani neredeyse “hepimizin” başına gelebilecek bir vaka ele alındığında saldırganla aranıza mesafe koyup kendinizi aklamak o kadar kolay olmuyor. “Öteki” ve “kötü” erkeği kınamakla yetinmeyip kendinizle de -yani erkek kimliğiyle ve erillikle- yüzleşmek kaçınılmaz oluyor.

Öte yandan, bu romanın öne çıkan konusu her ne kadar kadınlara yönelik cinsel saldırıysa da tek konusu bu değil. Daha başka katmanlar da var: enternasyonalizm; baba-kız ilişkisi; gündelik yaşamda son otuz yıla sığan devrim gibi dönüşümler; kuşaklar arası kopukluk; aşk ve ayrılık acısı; vb.

  • Yalnızca devrimci militanlık değil; militanlığın kendisiyle de yapılan bir hesaplaşma var. Ne dersiniz?

Aslına bakarsanız, belli bir militanlık türüyle, kabaca özetlersem “fanatik, körü körüne itaate dayalı, şiddet ve dayatma odaklı, kahramanlık masallarıyla beslenen, gerçeklerden kopuk ve dogmatik” bir militanlıkla hesaplaşma daha ilk romanımda bile yer alıyor. Bu yönüyle Acı Portakal’da da dogmatik militanlıkla bir hesaplaşma var kuşkusuz.

Ancak sorduğunuz sorudaki -daha “ontolojik” nitelikteki- hesaplaşma asıl bir önceki romanım olan Heyulanın Dönüşü’nün bir bakıma ana temalarından biriydi. İzninizle bu romanda “misyonerlikle” (dogmatik militanlık) tutkuyu karşılaştıran kısa bir alıntı aktarayım:

“Davaya adanmışlık yaşamı üretmez, tüketir: Davasını yaşamın merkezine oturtur; hatta tüm yaşamı davasına indirger. Amaca gitmeyen yollar mubah olmaktan çıkar: Davaya faydası dokunmayan uğraşlar anlamsız zaman kaybı haline gelir; o yolda kullanılamayacak olan ilişkiler değersiz addedilir. Çoğu dava adamı için tersi de geçerlidir: Amaca giden her yol mubahtır, işkence cinayet ve katliam dâhil. (…) Misyonerlik işte bu yüzden doğası gereği ölümcüldür, öldürür. Tutkuysa tam tersine yaşam enerjisidir, yaşama övgüdür: Yaşamın deliliğine, anarşisine, öngörülemezliğine, ele avuca sığmazlığına, aykırılığına ve çeşitliliğine, aşka ve sevgiye, küllerinden yeniden doğmasına…”

  • ‘Gerçek ve kurguyla, nasıl dile getirilmeli dünya?’ isimli söyleşinizi gördüm. Buradan hareketle sormak istiyorum: Gerçeklikle anlatılamayacak hikâyeler var mı edebiyatta?

Bu sorunuzu tam anladığımdan emin değilim… Sade ve naif bir soru mu bu, yoksa içinde örtük bir hınzırlık, gizli bir tuzak mı var?

“Gerçeklik” dediğimiz şey, sonuçta edebiyatın elinde tıpkı yazarın düş gücü, bilinci ve bilinçdışı, duygu ve düşünceleri, yanılgı ve sanrıları, oyunları ve inançları gibi bir kurgu malzemesi değil midir?

Yazarın tercihine ve eserin bütününün gereklerine göre bu malzeme ister sade olarak kullanılır, kurgunun gerçeklikten ibaret olduğu izlenimi yaratılır; isterse de başka malzemelerle ambalajlanır, süslenir, gizlenir, kılık değiştirir ya da dönüştürülür, okur kurgunun tamamen düş gücü olduğuna ikna edilmeye çalışılır. Ya da belli bir ideoloji ya da söylem bağlamında, ola ki ideolojiden ve söylemden arınmışlık kisvesiyle “asıl gerçek”, “biricik gerçek”, “gerçeğin özü ya da tözü” olarak sunulabilir.

Yani yazar oyunu nasıl kuruyorsa, okur da neyi ne şekilde almaya hazırsa…

Bakmayın siz yazarların gerçeklikle ilgili beyanlarına. Hangi anlatım tarzını ve kurguyu seçerlerse seçsinler, sonuçta okura önerdikleri şey bir oyundur. Okurun katılıp katılmamakta serbest olduğu, yazarın zihninden ve becerilerinden süzülüp gelmiş ama kurallarını baştan yine yazarın koyduğu bir oyun.

Cazip gelirse onunla oynarsınız: Hoşunuza gider ya da gitmez, kendi gerçekliğinize ulaşmanıza katkısı olur ya da olmaz, orası da size kalmış.

  • Özür dilemek meselesi… Erkekliğin özrü dilenir mi kadınlara?

Pipili doğduğumuz için, XY kromozomu taşıdığımız için, testislerimiz testosteron ürettiği için, vb. özür dileyecek değiliz her halde. Biyolojik kimliklerimizi biz seçmedik.

Öte yandan, nasıl ki gelmiş geçmiş tüm insanların diğer insanlara, canlılara ve doğaya karşı işledikleri tüm suçlardan bireysel olarak sorumlu olmamakla birlikte, Etik/ontolojik bir tavır olarak pekâlâ herkesten özür dilememizde bir sakıncası yoksa… Aynı şekilde tanıdığımız/tanımadığımız tüm kadınlardan, ilk çağlardan bu yana ve hâlâ bugün erkeklerin kadınlara karşı işledikleri tüm suçlardan ötürü hemcinslerimiz adına pekâlâ özür dileyebiliriz.

Başka bir deyişle, tüm samimiyetimizle şunu pekâlâ beyan edebiliriz: “Ben, ahlaki tercihlerimi biyolojik ya da toplumsal kimliğimi temel alarak değil, insanlık ortak paydasında herkesle paylaşabileceğim evrensel değerlere göre yapıyorum; bu değerlerim gereği, kadınlara karşı suç işleyen kişi bir hemcinsim olsa dahi onunla “hemcins dayanışması” içine girmeyi reddediyorum; suçludan değil daima mağdurdan yana tavır alıyorum”.  Eril toplumsal kimliğin ve erkeklerin işledikleri tüm suçlar için tüm kadınlardan özür dilemenin anlamı bence budur.

Bu genel tavrın ötesinde, işin bir de özel, yani bu bağlamda enikonu siyasi yönü var: Ataerkil toplumda eril kimlikle yetiştirilmiş erkekler olarak, eğer küçüklüğümüzden beri bireysel olarak hiçbir kadına karşı en ufak bir cinsiyetçi suç işlemediğimizi, bilerek ya da farkına varmadan hiçbir ayrımcılık uygulamadığımızı ve erkek olarak bize sunulan hiçbir ayrıcalıktan asla yararlanmadığımızı söyleyemiyorsak, o halde toplumsal hayatta karşılaştığımız ya da özel hayatta temasta olduğumuz tüm kadınlardan, işlediğimiz bu bireysel suçlar için özür dilemeliyiz bence.

Gerçi özür dilemek tek başına hiçbir sorunu çözmez, ne verilen zararların sonuçlarını ortadan kaldırır, ne de hatalarımızı telafi eder. Vicdanımızı rahatlatmaya bile yetmeyebilir.

Ama en azından bir başlangıçtır. Neyi, nasıl telafi edebileceğimizi kadınlarla konuşmak amacıyla muhatap alınmayı hak etmek için bir ön şarttır. Eril canavarlar, potansiyel tecavüzcü ya da katiller olmaktan çıkıp insan olmaya doğru atılmış bir ilk adımdır. Karşımızdakine ve kendimize duyduğumuz saygının gereğidir.

Bunu bari kadınlardan da kendimizden de esirgemeyelim.

**

– Kitaptan alıntı-

Suç mahalline dönen bir katil gibi geçmişin izini sürmek tekinsiz bir yolculuk. Zamanın aynasına bakmayagör, davetsiz misafir gibi sökün eder bastırılmış anılar, küllenmiş acılar, yüz karası korkaklıklar.

Korkak değilimdir aslında. Hatta çocukken gözü kara olduğum söylenir.

Dayak yemekten hiç korkmadım örneğin… Ne babamdan ne diğerlerinden.

Daha ilkokulda başlamıştı şiddet, kabadayılıklar. Kalıbımın adamı olup olmadığımı sorgulamak için her teneffüste gelip sataşırlardı. Neden mi? Anlayabilsem! Ortama uymuyordum herhalde. Âdetlerini bilmiyor, kurallarına boyun eğemiyordum. Yabancılamışlardı beni anlaşılan. Zor zanaattır bir yerin yabancısı olmak. Ola ki tipim bozuktu. Bir de galiba adım sorun yaratıyordu: Kışkırtıcı geliyordu sanırım, sevmemişlerdi. İnsanın sürekli kendi adını taşımayı hak ettiğini kanıtlamak zorunda kalması ne tuhaf! Her neyse…

Benim kimseyle alıp veremediğim yoktu oysa. Anlam da veremiyordum. Şiddeti sevmem üstelik… Ama ne yapayım? Kendimi savunmak zorunda kalıyordum. Tokadı yiyince öbür yanağımı uzatmadım.

Bir ömür böyle geçti. Hiç dinmedi şiddet fırtınası.

Hayatın her alanında. Maddi manevi az dayak yemedik ötekilerden, berikilerden, hatta bizimkilerden. Bir de devletten. Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin, yani iktidarın her türlüsünün hamurunda vardır şiddet.

Hiç mi korkmadım? Korkulmaz mı! Korkmak başka, korkaklık başka. Korktuysam da kaçmadım.

Yaptığıma pişman olduğum şeyler var kuşkusuz. Olmaz mı? Hayatında hiç “keşke” dememiş biri olabilir mi? Gel gör ki fayda etmiyor, yeni hataları önlemeye bile yetmiyor.

Önlenemeyecek hatalar da var gerçi. Bedeli ödenmekle bitmeyen yenilgiler. Vicdan tartısında zamanaşımından faydalanamayan suçlar. Bir ömre bedel yıllar. Toplu düşler, toplu kıyımlar, bireysel kırılmalar. Çabuk tükenen umutlar, şiddetle kavrulmuş topraklarda kök salamayan çiçekler…

Bu röportaj Virüs dergisinin Ocak-Şubat-Mart 2020 sayısında yayımlanmıştır.

Virüs Üç Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Sayı: 2 Ocak - Şubat - Mart 2020

One Comment Kendi yorumunu ekle

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s