Şükrü Erbaş: Bir gün hepimiz taş masalına döneceğiz

Şair Şükrü Erbaş, ‘Çırpınıp İçinde Döndüğüm Dünya’ ismini verdiği kitabını Kırmızı Kedi Kitap etiketiyle okurlarına sundu. 2015-2019 yılları arasında, çeşitli dergilerde ve gazetelerde yayımlanmış yazılarından ve üç şiirinden oluşan kitapta vicdan, sevgi, yalnızlık, iyilik ve kötülük gibi kavramları sorguluyor. Tüm bunların yanı sıra zamansızlığı ya da zaman içerisinde bireyin ve toplumun yabancılaşmasına yönelik de pek çok sorgulamaya başvuruyor şair. Şükrü Erbaş ile kitabı üzerine konuştuk.

·         İçinden geçtiğimiz katliam zamanlarında şiir ne kadar önemli?

İnsanların ve toplumların hayatlarında güzellik ve adalet, aşk ve emek, rüya ve gerçek, arzu ve hüzün, toprak ve gökyüzü, ekmek ve su… ne kadar önemliyse, şiir de en az bu saydıklarım kadar önemlidir. İnsanı, yarattığı acının azabından yine kendi utancı ve merhameti kurtarmıştır, kurtaracaktır. Bizi şiire, müziğe, resme götüren, bunlarla yepyeni bir hayata götüren bu utanç ve merhamettir. Bütün bir insanlık tarihinden binlerce örnek verilebilir ama ben, bizden bir örneği tercih ederim. 13’üncü yüzyıl bu coğrafyanın büyük acılar yaşadığı bir yüz yıldır. O büyük acılardan bizim anımsadıklarımıza bir bakalım: Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Âşık Paşa, Nasreddin Hoca, biraz daha bu tarafa gelirsek Seyyid Nesimi, Kaygusuz Abdal. Bir de Paul Eluard’ın 1947 yılında Paris radyosunda yaptığı Aşkın Gücü adlı programdan iki cümle alalım. Derdimi anlatmaya fazlasıyla yetecektir bu örnekler: En büyük ozanlar, çeşitli biçimde, kimi zaman gözü pek, kimi zaman güçsüzce, yaşamın güçlüklerine meydan okudular, ama insanı bulunduğu çirkeften çekip çıkaran onların aşk şarkıları oldu. (Ozan ve Gölgesi, Paul Eluard, Çeviri: Özdemir İnce) Buradaki ‘aşk şarkıları’nı şiir diye okumakta bir sıkıntı yoktur değil mi?

·         Şiirinin popülerleşmesi şaire zarar verir mi?

Neyi kastettiğini hem anladım, hem anlamadım. Birkaç söz söyleyeyim. Eğer yazdığınız şiir sizin derinliğinizi, yaratıcılığınızı, dilinizin büyüsünü, anlatım gücünüzü, sözünüzün çağrışım alanını sığlaştırıyorsa; sizi ortalamanın da altında süslü sözlere boğulmuş bir yavanlığa, kör bir tekrara, ruhunu yitirmiş bir tembelliğe itiyorsa; sözünüze yeni bir değer katmaya değil de, önceki değerli sözünüzü değersizleştirmeye götürüyorsa; siz, bir kenara çekilecek yerde böyle bir “pazara” gönül indirmişseniz, elbette kendinize de okurunuza da büyük kötülük edersiniz. Bunun tartışılacak bir yanı olamaz. Bu saydıklarım şairin iradi olarak seçtiği yoldur, tutumdur. “Ündür düşünmeme en büyük engel” der Ritsos. Düşünmek gerek. Bizim Necatigil’imiz de bir başka bağlamda “geçer toz koparan fırtınalar” der.

Ancak, okurun şiire yoğun biçimde her yönelişini popülizmle açıklamak da bizi başka bir hastalıklı düşünceye götürür. Okuru sınıflandırmaya başlarız. Küçümsemeye başlarız. Bir süre sonra kendimizden başka anlayıp seveceğimiz kimse kalmaz. Biz, okuru tanımayız ki. İyi ki de tanımayız. Derinliğini, çapını, birikimini, kişiliğini, geldiği geçmişi, hayal hanesini, arzularını, gelecek rüyasını bilemeyiz. Bir sezgisel bilgi olarak, toplumun ortak bilinç altı, kültürel kimliği, yaşadığı koşullar hakkında bir öngörümüz vardır ama tek tek herkesi nasıl tanıyabiliriz? Bunları ölçecek bir alet olsa şairlerin elinde, belki şeytan aklını çeler, yazarken kalkıp, pencereden dünyaya tutar o aleti, okur dediğimiz sonsuzluğun ortalamasını alır, kalemini onların boyasına batırır,  sadece onların ruhunu okşayacak şiirler yazar. Aslında o durumda bile ancak kendi seviyesini yazar. Sizin kitabınızı almış, okumuş, karşılaştığınızda size içtenlikle duygularını söylemeye çalışan bir insana, “siz benim şiirimi anlayamazsınız” mı diyeceksiniz? Ya da biraz daha zarif, “aa, anladınız mı gerçekten, tebrik ederim” mi diyeceksiniz? Buyurun deyin, kimse ağzınıza ot tıkamıyor. Ama o küçümsediğiniz okurlardan birisi çıkıp da “neden yazıyorsunuz peki?” derse, bu cahilin(!) sözlerine nasıl bir yanıtınız olur? Şiirin değerini belirleyen ölçütler içinde az okunmak, çok okunmak, hiç okunmamak olabilir mi hiç?

Şükrü Erbaş'ın Sesinden: Çırpınıp İçinde Döndüğüm Dünya ...

·         Bir şairin şiirinde ağırlıklı tek bir duygunun sivrilmesi; şaire ‘öfkenin şairi, kavganın şairi, acının şairi’ gibi benzetmeler yapılması şiirin çok sesliliğine gölge düşürür mü? Şairlerin böyle anılması iyi bir şey midir?

Sanırım bir şairle ilgili değerlendirme yapılırken erken yazılmış bir cümle, ince ayrıntılarda gizli başka pek çok duyguyu, yaşantıyı örten bir yargı, o şairin bütün yazdıklarının boynuna asılı kalıyor. Kim için olursa olsun, övgü diye yapılan böyle değerlendirmeler daraltıcı, şiirin çağrışım gücünü sınırlayan, dilin doğasına aykırı, şairi de okuru da tek bir duygunun hapishanesinde güçsüz düşüren değerlendirmelerdir. Bırakın şiiri, tek bir duygu, tek bir tema üzerine kurulu hiçbir şey olamaz. En sıradan hayatlar bile binlerce ayrıntıdan oluşan heyecanlarla alt üst olurken, insanı çok daha karmaşık duygular içinde kavrayan, bize yansıtan, büyüten, güzelleştiren şiir, sadece öfkenin, acının, kavganın, aşkın şiiri olabilir mi? Sanırım heyecanlı bir hamaset, biraz düşünme ve analiz tembelliği, pek çok şairi öldükten sonra da kurtulamadığı bir yalnızlığa atıyor. Son bir şey daha, bizim kalbimiz, gövdemiz, aklımız raflara ayrılmış, her bir heyecan ayrı bir rafta duruyor da, biz yaşarken ve yazarken, o gün bunlardan hangisindeyse sıra sadece onu alıp kullanmıyoruz ki… insanların heyecanları böyle işleseydi, hepimiz birer tahta at, kurşun asker olur çıkardık.

ŞİİRİN YORGUN DÜŞTÜĞÜ YERDE…

·         Düzyazı ile nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Şiirle kurduğum bağ neyse, ne bir eksik ne bir fazla, düzyazıyla kurduğum bağ da odur. Düzyazı benim şiirimin azıcık kılık değiştirmiş halidir ve şiirimin çocuğudur. Biraz abartılı bulunacaktır ama ben yazı yazmıyorum. Biçimin, şiiri yorgun düşürdüğü yerde, şiirin yoğunluğunun azaldığı, sözün azıcık kolaylaştığı yerde, o biçimi bozarak, düzyazıyla anlatımın kıvamını artırıyorum. Pek çok yerde söyledim, deneme dediğim, şiir-hikâye dediğim, düzyazı şiir dediğim ne varsa, hepsinin de dili şiirin billurlaşmış dilidir. Ya da ben böyle olduğunu düşünüyorum. Ne kadar başarılı olduğum tartışılabilir ama canımdan süzdüğüm budur.  Sadece dünya değişmiyor, insan değişmiyor, zaman değişmiyor. Hayatın üzerinde var olduğu gerçeklik değişiyor. Bütün bu değişimi kavrayan ve söyleyen söz de değişecek tabii ki. İçeriğiyle değişecek, biçimiyle değişecek. Bu ihtiyacı duyuyorsanız, dilinizin ve derdinizin bilincindeyseniz, gerisi sadece bir emek sorunudur.

·         ‘Çırpınıp İçinde Döndüğüm Dünya’ kitabının tanıtım metninde “Gittikçe kararan bir dünyaya karşı, insanı insan eden büyük bir anlama ve sevme çabası” ifadeleri yer alıyor. Birkaç kez dönüp okudum. Birbirimizi anlamak ve sevmek artık bir eylemden çok çaba gösterdiğimiz bir şey midir?

Ne yazık ki öyle bir aptallığın içinde, insanı küçük düşüren bir önlem duygusuyla, bir elimizi ötekinde ısıtarak, sevme yetimizi yitirmenin eşiğinde, zamanı makinelerle ölçtüğümüz bir ruhsuzlukta çırpınıp duruyoruz. Biraz ağır bulunabilir ama kalbim böyle diyor. Yabancılaşmadan çürümeye doğru kanatlanmış bir çağ düştü payımıza. Birbirimizi sevdiğimiz bir yalnızlığımız vardı. Artık hiçbir şeyi sevmediğimiz bir yalnızlığımız var. Sadece korku kaldı kalbimizde. Kitapta da söyledim, bir gün hepimiz bir taş masalına döneceğiz. Tüm bu yıkıma karşı, zavallı insanın tek bir varoluş olanağı var, hemen yanı başındaki öteki yalnız. Özetle, “insanın acısını insan alır” demeye devam ediyorum… 

Bu röportaj Virüs Dergi’nin Nisan – Mayıs – Haziran 2020 sayısında yayımlanmıştır.

Virüs Üç Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Sayı: 3 Nisan - Mayıs - Haziran 2020

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s